Askerlik Hayatım

Bu yazı terhis olmadan önce her askerden yazması istenilen “Askerlik Hayatım” konulu yazı olarak yazdığım ve askeriyeye verdiğim yazıdır.

Bölüm 1 – Başlangıç
2014’ün başında Ocak ayındaydık dostlarım. Hayatımda bazı şeyler iyiden iyiye canımı sıkmaya başlamıştı. Yaşadığım şehirle aramda bildiğiniz bir husumet oluşmuştu. Sanki ben onu sevmiyordum, o beni. Evet, anlaşılan oydu ki artık çantamı toplama vakti gelmişti. Başka diyarlara yol alma zamanıydı ama ayağımda takılı bir şey vardı. Hani Red Kit çizgi filmindeki daltonlardan falan da hatırlarsınız; eskiden hapishanelerde mahkumlar kolay kolay kaçmasınlar diye ayak bileklerine bir top güllesi takılırmış. Çantamı hazırlıyordum ki ayağıma bir baktım aynısından bir tane de benim bileğime takılı, adı da: Askerlik.

Bileğimde Askerlik takılıyken hiçbir yere kaçamazdım. O beni hep yavaşlatırdı, bu kesindi. Ondan kurtulabilmek için mecburdum, borcumu ödemeliydim. İşte o yüzden o askerlik şubesi denen yere Ocak ayında yani son ziyaretimden 1 ay sonra tekrar gitmiş oldum. (Aralık ayında 2 yıl tecil ettirmek için gidip bu gayemde muvaffak olmuştum.) İçeridekiler beni tanımadılar doğal olarak. “En erken?” dedim, “15 Şubat’a kadar başvur, mayıs başında git” dediler. “Ya peki Şubat’ta gitsem?” dedim, “Olmaz” dediler. Anlaşılan Askerlik’te kuralların hepsini askeriye koyuyordu, baştan kabullenmiştim bunu. Peki dedim, başvurularımı yaptım.

Günler geçti Nisan sonu geldi, Askerlik’in yeri açıklanacaktı artık. Vakit geldi, internet sayfasında yazdı: Acemi birliği: Antalya, Usta birliği: Antalya. Dedim herhalde gözüm kaydı, bir kez daha baktım ama yok değişmedi. Belki bir hata vardır deyip 1 gün sonra yine baktım, gözüken oydu ki hem usta birliğim hem acemi birliğim aynı yerdeydi. Yani 6 aya yakın süre Antalya’daydım.

Adanalı biri olarak Antalya’nın yazının nasıl geçeceğini tahmin edebiliyordum. Öngörülebildiğim tek sıkıntı sıcaktı. Farklı yerlerde Askerlik yapıp da karşılayabileceğim onlarca sıkıntının yanında yalnızca sıcaklık sıkıntısı oldukça iyi sayılırdı. Şanslıydım, iyi bir yerde borcumu ödeyecektim. Hazırlıklar yapıldı, Mayıs’ın 7’sinde teslim oldum. Askeriyenin tabiriyle “bot bağladım”.

Sırf işin tadı kaçmasın diye gelmeden önce ne geleceğim yer hakkında ne de Askerlik’in kendisi hakkında doğru düzgün araştırma yaptım. Bilinmezlik hoşuma gidiyordu ve açıkçası ne yalan söyleyeyim kime Askerlik desem bana oturup da bir saat Askerlik anılarını anlatıyordu. Anlatılanların neredeyse hepsinin farklı zamanlar, farklı yerler ve farklı şartlardan dolayı günümüzde geçerliliğini kaybetmiş olacağı kesindi gözümde.

Bölüm 2 – Acemilik
Size bot bağladığım günden biraz bahsedeyim. Sabah uçakla Antalya’ya geldim, telefonsuz yaşama adapte olarak sora sora kışlayı buldum. Nizamiye dedikleri kapıdan girip diğer bekleyenlerle birlikte tedirgince ben de bekleyişe katıldım. Şaşırtıcıydı, kimse ne üstümü ne de çantamı aramamıştı. Sadece pek düzgün çalışmadığı belli olan bir metal detektöründen geçtim. Neyse belli bir sayıya ulaşınca sonradan uzman çavuş olduğunu öğrendiğim biri bizi sıraya geçirdi ve yürütmeye başladı. 1. Bölüğün askeri olmuştum artık.

Bu sıra halinde yürüme olayını ortaokul zamanlarımdan çok az anımsıyordum. Bu sefer yürürken aynı zamanda “Her şey vatan için”, “Ne mutlu Türküm diyene” gibi dört kelimelik cümleleri de söylüyorduk o kadar. Ardından mütevazı anlatıcınız ben ve yeni tanıştığı asker arkadaşlarını giyindirme binası dedikleri yere götürdüler. Sırayla kayıtlarımızı yapıp, aşılarımızı vurup bize birer bavul dolusu eşya verdiler. İçerisinde bütün kıyafetlerimizden, ayakkabılarımızdan tutun kulak tıkaçlarımıza kadar her şey vardı. Kapıda bizi aramayarak hanelerine yazdırdıkları eksileri bu sefer artılar kazanarak götürüyorlardı. Gelirken kafamdaki düzenli, disiplinli ve planlı askeriye imajına uygun davranışlar sergilemeye başlamışlardı, aferin!

Yeni eşyalarımızı aldıktan ve kendi çapımızda düzgünce giydikten sonra bizi yatakhanemize götürdüler. Yeşil yeşil piyade kıyafetlerimizi giydikten sonra kendimizi artık gerçekten asker gibi hissediyorduk. Kendi çapımızda, aklımıza uyduğu gibi “acemice” giymiştik kıyafetlerimizi ama sonradan öğrendik ki meğer her kıyafetin bir giyiliş kuralı varmış ve biz büyük kısmını yanlış giymişiz. Bir aylık eğitim paketinde geliyor hep bunlar.

İlk günün devamında bize kışlayı gezdirdiler: yemekhanemizi, amfimizi, kantinimizi. Açıkçası çok yorucu şeyler yapmıyorduk, ne koşuyorduk ne hoplayıp zıplıyorduk ama yoruluyorduk. Çünkü sürekli yürüyorduk, ayakta bekliyorduk. Böyle böyle ilk haftayı yani katılış haftamızı bitirdik. Ardından üç haftalık eğitim dönemi başladı.

Çok fazla boş vaktimiz oluyordu, sürekli bizi bir yerlere götürüp bekletiyor ardından da tekrar sıraya geçirip eksik var mı diye sayıyorlardı. Bu sayım işlemine “içtima” diyorlardı. Dostunuz Ömer şanslıydı çünkü acemiliğindeki bütün takım arkadaşları, etrafındaki herkes kısa dönemdi yani okumuş insanlardı. İnsanlar birbirlerine saygı gösteriyor, tatsızlık çıkartmıyor sadece çok şikayet ediyorlardı o kadar. Boş kaldıkça hep insanlarla sohbet ediyor, goygoy yapıyordum. Askerlik’le olan savaşımda en büyük silahım goygoy’du. O bana saldırdıkça ben goygoyumu çeker, ona meydan okurdum. 6 aya yakın süre boyunca bu hep böyle gitti. Goygoy beni hep bunalmalardan, can sıkıntılarından kurtardı. Goygoy yaparak resmen kendi içimizde enerji üretiyorduk ve bu enerjiyi savaşımızda kullanıyorduk.

3 haftalık eğitim dönemi başlamıştı. Sabahları erkenden 5’te uyanıyor, tıraşımızı olup kahvaltımızı yaptıktan sonra “mıntıka” dedikleri temizlik faaliyetimizi yerine getiriyorduk. Bize belirli bir bölge veriyorlardı, her gün sabah kahvaltıdan sonra mıntıkamızı yapıyorduk. Sabah 8’de mesai ve eğitimler başlıyor, öğleden sonra da devam ediyordu. Yeri geliyor sağa sola dönmeyi, yeri geliyor mesafe tahmin yöntemlerini, yeri geliyor yatıp sürünmeyi öğreniyorduk. Açık konuşmak gerekirse bizi çok zorlamıyordu. Üst jenerasyonlar görse sizin yaptığınız da askerlik mi derler, buna eminim. Ama sonuç olarak yoruluyorduk çünkü sürekli ayaktaydık, sürekli yürüyorduk, sürekli bekliyorduk bir yerlerde. Akşam olunca, gece 9’da yatakhanemize girmemize izin verdiklerinde üstümüzü değiştirir değiştirmez kendimizi yatağa atıyorduk çünkü biliyorduk ki yarın da gün erkenden başlayacak.

Açık olmak lazım ki yaşam standartlarımız çok düşüktü. Haftada iki defa duş alabiliyorduk, 50 kişi aynı koğuşta yatıyorduk, kıyafetlerimiz kirlendikçe daha çok kirleniyordu. Ama sonuçta topu topu bu şartlara 1 ay katlanacağız deyip kendimizi avutuyor ve şartlara karşı daha da dirençleniyorduk. Her sabah kumların üzerine çıktığımızda “Survivor Antalya” başlıyor diyorduk. Evet eğitim alanları sarı renkli kumlu toprakla kaplıydı. Mütevazı anlatıcınızı gözünüzde daha savaşçı hayal etmek istiyorsanız bu kumlu zeminin eski roma gladyatörlerinin dövüştüğü kumlu zeminin bir benzeri olduğunu söyleyebilirim sizlere.

Vakit geçtikçe bana başka işler de vermeye başlamışlardı dostlarım. Yazıhanede evrak işleriyle ilgilenmek de yaptığım aktiviteler arasına girmişti. Astsubaylarla, subaylarla bir kazan-kazan modeli geliştirmiştik. Ellerim hızlıydı, bilgisayardan iyi anlıyordum. Ben onların evrak işlerine yardımcı oluyor, onlar da beni eğitimden biraz uzak tutuyorlardı. Son bir haftam çoğunlukla yazıhanede geçti, karşılığında da eğitimin son zamanlarında fiziksel olarak daha az yorulmuştum. Herkes mutluydu bu anlaşmadan.

Artık Mayıs’ın sonu gelmişti, acemilik eğitimimiz tamamlanmıştı. Yemin töreni denilen askeriyenin imaj yükseltme töreninin ardından usta asker olmuştum artık. Evet imaj yükseltme töreni dedim, evet biraz negatif bir yaklaşım, evet haklısınız. Artık yavaş yavaş askeriyenin sistemini çözmeye başlamıştım. Askeriye için en önemli olan şey dışarıdan nasıl göründüğüydü. Bu düşmanı için de geçerliydi, halkı için de. Askeriyede her şey gösterişti, o yüzden kışlanın en güzel yeri hep nizamiyesi oldu. Acemi eğitimindeyken askeriyeyi tanımak pek mümkün olmuyordu. Limitli bir yaşam içerisinde gideceğin her yer onlar tarafından belirleniyordu. Ama usta asker olup askeriyeyle ve işlerin nasıl yürüdüğüyle daha fazla içli dışlı olunca askeriyenin sistemini tanımak da daha kolay bir hal aldı.

Bölüm 3 – Ustalık
Haziran’ın başında tugay komutanı dediğimiz kışlanın en üst rütbelisi ve tek paşası tuğgeneralimiz tarafından dağıtıldık. Kısa dönemler olarak 21 kişi onun karşısına 3-4 defa çıkarıldık. Biraz şanssızdık çünkü bizden önce gelen kısa dönem tertibi 40-50 kişiydi, biz ise sadece 21 kişiydik. O yüzden dağıtılma sürecimiz biraz uzun oldu. En sonunda ben ve 3 tane kısa dönem dostumla, kader yoldaşımla beraber tugay karargah bölüğüne gönderildik.

Bölüğümüz tugayın en büyük bölüğüydü, en kalabalık bizdik. Kışlanın güvenliği, motorlu taşıtlar, peyzaj faaliyetleri, kışla içerisindeki bazı tesisler hep bizim görev sahamızdaydı. Bölüğün başında otoriter, dediğim dedik bir yüzbaşı vardı. (3 ay sonra binbaşı oldu) Askerler onu hiç sevmiyordu, oldukça disiplinli biriydi. Botu boyalı olmadığı için bile birisine disiplin cezası verebiliyordu. Açık konuşmak gerekirse yasal yollardan vereceği cezalarla bir korku krallığı kurmuştu kendine. Başta bu kadar kuvvetli bir monarşik yönetim korkutucu geldi bana. Yanlış yaparım korkusu, çoğu sorumlu askerde olan bir duygu. Tanımadığınız bir kurum, bir düzen ve siz bu düzende işinizi düzgün yapmaya çalışırken bilmediğiniz bir kuralı çiğnememeye dikkat etmek zorunda hissediyorsunuz kendinizi. Hele bir de başınızda bu kadar katı bir komutan olunca üç kat daha dikkatli ve daha tedirgin oluyorsunuz.

Bölük komutanı hakkında hangi asker bizimle konuşsa şikayetçi sözler sarf ediyordu. İlk başta gaddar bir imaj oluşmuştu kafamızda. Ama zamanla öğrendik ki mevzu kötü kalpli gaddar birisi olmak değilmiş, mevzu disiplini sağlamak için sert olmakmış. Herkes bölük komutanından şikayet ederken bütün üst tertip kısa dönemlerin ağzından “sert, disiplinli komutan ama şimdiye kadar bana bir şey yapmadı” lafı çıkıyordu. Anlaşılan oydu ki işini düzgün yapan kimseye bu komutan takmıyordu. Kim ki disiplinsiz, kim ki otoriteye başkaldırmaya çalışıyor işte bölük komutanı ona takıyordu. Ve işte o zaman da en ufak yanlışında, açığında ona yasal yollarla saldırıyordu. Diyelim ki taktığı bir askeri tıraş olmamış olarak gördüğü zaman “Bugün tıraş olmamışsın, neden olmadın? Niye tıraş olmuyorsun, her gün tıraş olman lazım, bunu bilmiyor musun? Yazıcı alın bunun savunmasını!” tarzında cümleler bütün bölüğün karşısında ağzından çıkıyordu. Sonuç olarak yüzbaşı disiplini öyle ya da böyle bir şekilde sağlamıştı.

Bize gelecek olursak, günümüzün çoğunluğu eğitim veya bir yerlerde bir işlere yardımcı olmakla geçiyordu. Şunu itiraf etmem gerekiyor ki komutan bizimle muhatap olmasa da bizi ayrı yere koyuyor ve farklı davranıyordu. Hiçbir zaman kazma kürek işlerine, çim biçme, çiçek ekme gibi işlere bizi göndermedi. Onun yerine hep eğitim yaptırdı. Yaklaşık 1 ay acemide yapmadığımız kadar eğitim yaptık ve hep aynı şeylerdi. Biz ezbere biliyorduk ama yine de eğitim de eğitimdi. Çünkü bize vereceği başka iş yoktu ve bizi serbest bıraksa da bizimle birlikte eğitime kalmış sıkıntılı askerleri boşta bırakmak istemiyordu.

Askerlik’in bana en büyük faydalarından biri bolca kitap okumaya fırsat vermesiydi. Geçmiş hayatımda kitap okumanın yerine koyabileceğim onca aktivite bulabilirken şimdi boş vakitlerimde yapacak hiçbir şeyim kalmamıştı. Bu yüzden fırsat buldukça okudum. 15e yakın kitap ve bir o kadar da dergi okudum. Acaba burada okuma alışkanlığı mı kazandım? Bunu zaman gösterecek ama sanırım bu kadar fazla olmasa da artık eskisine göre daha sık kitap okurum diye düşünüyorum.

Bu iş bir süre daha böyle gitti, zamanla terhisler başladı ve terhis olanların işlerinin yeni askerlere verilmesi, devredilmesi gerekti. Komutan dördümüzü de bir işlere verdi. Bendeniz mütevazı anlatıcınız garaj çavuşu görevine verildi. Dışarıdan güzel gözüken bir görevdi, mükâfatları fazlaydı. Garaj çavuşu gece-gündüz nöbet tutmazdı, yatmadan önce alınan yatakhane içtiması hariç hiçbir içtimaya girmezdi, nöbetçi çavuşluk yapmazdı, en fazla çarşıya o çıkardı. Karşılığında da bütün gün garajda olur, kendisinden istenen araçlara şoför ve gerekirse araç komutanı/muhafız olacak askerleri ayarlar, görev kağıtlarını hazırlar, imzalatırdı. Dışarıdan bakınca yaptığı işte çok bir zorluk yoktu ama işin içine girince nasıl bir güzel (!) göreve getirildiğimi anladım. Günde ortalama 30 araç görevi oluyordu ve bunların hepsinin planlaması bana bakıyordu. Şoförler kışlada bir yerlerde geziniyordu, o anda bir telefon gelip acil araç istiyorlardı ve ben o aracın askerlerini bulmak için her yeri dolaşmaya başlıyordum. Askerleri bulunca dert bitmiyordu, bir de bölük komutanını bulup hazırladığım görev kağıdını ona imzalatmam gerekiyordu. Lafın kısası işim yoğundu ama ben bu işi sevmiştim. Öyle ya da böyle Askerlik’le olan alacak verecek hesabımı kapatmam gerekiyordu. Bu 6 ayı öyle ya da böyle burada geçirecektim. İşin tek üzücü olan yanı benden önceki garaj çavuşuna verilen mükâfatların bana verilmemesiydi. Bunun sebebi de açıktı, bizden önceki kısa dönemler bölükte 20-25 kişiyken biz sadece 4 kişiydik. O yüzden bölükte birçok kez nöbetçi çavuşluk yaptım ve bir kez bile ödül olarak çarşı izni almadım. İşimi kötü mü yapıyordum? Hayır, görev yaptığım süre boyunca hiç önemli bir hata yapmadım ve birçok rütbeli tarafından tebrikler aldım.

Günler geçiyordu, ben işimle haşır neşir oluyordum. Bölük komutanıyla aram iyiydi, Sanırım benle tanıştıktan sonra okuduğum okul ve bölüm dolayısıyla bana saygı duyuyordu. Ben de onun benden istediklerini yerine getiriyor, hata yapmamaya çalışıyordum. Bölük komutanı bazen benden şoför tercihlerimle alakalı isteklerde bulunuyordu. Bazı disiplinsizliklerini gördüğü veya bildiği askerleri göreve çıkartmamamı istiyordu. Yine bir gün garajdaki kulübemin yanından geçerken yanıma gelip bazı şoförleri bir süre göreve çıkarmamamı, gerekiyorsa bana başka yeni şoförler vereceğini söyledi. Ardından “Hatta bölükte genel bir düzenleme yapacağım, herkesin yerinde değişiklik olabilir. Biraz düzenleme yapmak gerekiyor.” demişti. Bir saat sonra bir başçavuşumuz yanıma geldi ve dedi ki: “Ömer, bölük komutanı görevinden alındı. Kimseye söyleme.”

Bölüm 4 – Yeni Bölük Komutanı, Yeni Düzen
Her şey çok hızlı gelişmişti. Ne eski bölük komutanının ne de yerine gelecek yeni komutanın bu görev değişikliğinden haberi vardı. Herkes için sürpriz olmuştu. Mevcut bölük komutanı tugay içerisindeki başka bir göreve, acemi bölüklerinin birinin komutanı da bizim bölüğümüze görevlendirilmişti. Çok hızlı bir şekilde 2-3 günde devir teslim yapıldı ve artık yeni bir bölük komutanımız vardı. Henüz bölüğü tanımıyordu, ilk 2-3 haftası bölükteki işlerin nasıl yürüdüğünü izlemekle geçti, pek bir şeye dokunmadı. Benimle ilişkisi de pozitif oldu. Eski bölük komutanının benim hakkımdaki olumlu referansından dolayı daha çok benimle garajdaki işlerin nasıl yürüdüğünü öğrenmek için muhatap oldu. Ona bildiğim her şeyi anlattım… diyemem tabi ki. Askeriyede rütbelinin rütbeliyi koruyup, askeri ateşe attığına birçok kez şahit oldum. O yüzden ben de iyi kalpli olduğuna inandığım askerleri hep korudum. Biraz asker askerin halinden anlar durumu. Mesela en basitinden göreve çıkan şoför içeride kalan bir arkadaşının kendisinden gazete alması isteğini yerine getirecek ki askerlerin dünyadan haberi olsun. O yüzden garajın bütün sırlarını yeni komutana anlatmadım, sadece bilmesi gerekenleri anlattım. Garajla alakalı bildiğim her şeyi, bazı şeyleri niye yaptığımı sadece benden sonraki garaj çavuşu olacak alt tertip arkadaşa anlattım.

Yeni bölük komutanının benimle olan ilişkisi stabil giderken bölükle olan ilişkisi çok inişli çıkışlıydı. Kendisinin bölüğe ilk geldiği günden beri söylediği şey şuydu: “Siz benim dediklerimi yapın, bana uyun, ben de size iyi davranayım. Yoksa ben de size eski komutanınız gibi davranmasını bilirim.” Biraz kendi etti, kendi buldu durumu oluştu. Bölüğü tanımamasının kurbanı oldu ve en sonunda bölüğü yönetmek için farklı yollar, daha sert yollar tercih etmeye başladı. Evet, gelen gideni aratıyordu dostlarım. Çok fazla detaya girmek istemiyorum. O yaşadığı sıkıntılar bölükle kendisi arasında yaşandı, benim işim biraz bölükten izoleydi.

Bölüm 5 – Tezkereci Garaj Çavuşu
Artık tezkere öncesi son bir aya gelmiştim. Ara sıra kendime de görevler yazıyordum, hafta sonları falan. Böyle böyle Antalya’yı da öğrendim. Zaten sonradan büyüdüğü için basit ve düzenli bir şehir. Vakit hızla geçiyor, günler haftaları kovalıyordu. Tezkere vakti iyiden iyiye yaklaşıyordu. “Şafak sıkıştırması” dedikleri o “hadi artık bitsin, bıktım” durumu bende neredeyse hiç olmadı. Son günlere kadar hep işim gücüm oldu kışlada. Son 2 hafta işleri yaparken aynı zamanda yeni garaj çavuşuna da öğrettim. Arkama baktığımda devraldığımda düzenli, düzgün işleyen bir garajı daha da düzenli ve başarılı bir hale getirerek ona devrettiğimi görüyorum. Amacım işleri yolunda yürütürken aynı zamanda garajdaki iyi kalpli şoför arkadaşlarımın da askerliklerini kolaylaştırmaktı ve bunu başardım sanırım.

Ayrılırken kışla hakkında ne düşündüğüme gelecek olursak maalesef o konuda pozitif olamayacağım arkadaşlarım. Benim Askerlik’le hesaplaştığım kışlam maalesef bir gösteri alanıydı. Buradaki rütbeliler de bunun farkında. Burası tugay komutanımızın oyun alanı, sanki emeklilikte inşa ettiği ikinci ev gibi bir şey. İçeridekilerin yaptığı işlerin çoğunluğu askeriye, savaş, düşman mevzularından ziyade nasıl tugayı daha güzel bir hale getiririz davasına dahil işler. Geldiğimden beri peyzaj işleri yapmaktan başka hiçbir iş yaptığını görmediğim uzman çavuşlar var bu kışlada. Adamlar hayatlarını savaşlarda geçirmişler ama bu kışlaya gelip ağaç budama, temizlik yaptırma işleriyle uğraşıyorlar. Hizmet birliği diye bir bölük var, askerlerinin büyük kısmı inşaat-yapı ustaları. Başındaki yüzbaşının sınıfı piyade ama adamın yaptığı iş müteahhitlik. Her şeyin sebebi belli: burası Antalya. Burada bu tugaya gerek yokken bu tugay hala faal durumda. Topu topu bin tane acemi eğitiliyor bu kışlada. Şu an için bu kışla sadece bir gösteriş sahası, mobilyacıların teşhir mağazaları gibi bir şey. Dışarıdan bir komutan falan geldiği zaman “şu kadar acemi askeri şöyle şöyle yetiştiriyoruz” demekten ziyade “kışlamız şöyle güzel, geçenlerde şunu yaptık” tarzında kelamlar havada uçuşuyor sevgili arkadaşlarım. Hal böyle olunca biz de bazen asker miyiz diye kendimizi sorgulamadık değil.

Peki özet olarak nasıl geçti? Hızlı geçti diyebilirim dostlar. Daha dün girdiğim kışladan 169 gün geçirdikten sonra özgürlüğümü kazanarak ayrılıyorum dostlar. Beni en fazla zorlayan şey, her askeri en fazla zorlayan şeyle aynıydı: “hür olmamak”. İnsan askerlikte hiçbir şey öğrenmiyorsa bile özgürlüğünün kıymetini idrak ediyor. Ben askere gelmeden önce pek bir şey öğrenmem diye aklımdan geçiriyordum. Gerçekten de askeriyeden bizim değil askeriyenin bizden disiplin konusunda öğrenmesi gereken çok şey var. İnanılmaz derecede her şeyi hep son dakikada yapmaya alışmışlar. Hiçbir şeyi doğru düzgün planlamıyorlar, hep aralarından bir kurban seçip işi son dakikada ona yıkıyorlar. O yüzden de birbirlerini pek sevmiyorlar sanırım. Ama özgürlüğün kıymetini öğrenmek denilen şey gerçekten de benim için geçerli oldu. Sabah seni çarşıya gezmeye gönderirken dedikleri “çarşı dönüş saati 17:30’dur, geç kalmayın” lafı öyle zor bir şey ki dostlarım. Bildiğiniz sahibiniz dışarıda zaman geçirmeniz için size kısa bir süre veriyormuş gibi hissediyorsunuz.

Bir de özlediğim şeylere değinelim. Özgürlüğün ardından insan ailesini de özlemiyor değil. Sağolsun bizimkiler benim 3 defa Antalya’da ziyaretime gelerek beni evci iznine de çıkarttılar. Ama telefonunla görüşsen de insan ailesiyle oturup da yediği bir yemeği, onlarla akşam ettiği iki çift kelamı özlüyor dostlarım. Ve belki de bunlardan sonra en çok evindeki rahatlığı özlüyor. Gardırobunu, yatağını, koltuğunu, halısını, ayakkabılarını, bilgisayarını falan özlüyor insan ister istemeden. Buradaki mevzu Askerlik’in bizi fiziksel olarak yenemediğini anlayınca mental olarak bize saldırması. Ama biz gençler olarak bu oyuna da gelmeyip pozitif kalarak kendimizi koruyorduk.

Neyse dostlarım acısıyla tatlısıyla, iyisiyle kötüsüyle mütevazı anlatıcınız ben görevini yerine getirip Askerlik adındaki yaşam düşmanını hayatından ilelebet çıkarmış oluyor. İlk geldiğim günden beri hep şunu dedim: “İyi ki daha fazla geciktirmeden gelmişim.” Benim size tavsiyem yapmanız gerekiyorsa hayatınızı uydurun ve bir an evvel yapın kurtulun. Kurtulun ki hayatınızdaki kararları rahat rahat verin. Siz tam bir kararı verirken arkanızdan Askerlik omzunuza dokunup, “Öhüm öhüm, beni unutmuyorsun değil mi?” diyerek size kendini hatırlatmasın dostlarım. Saygılar ve sevgiler…



login