Almanya’da Geçen İlk Ayın Ardından

Temmuz başında işbaşı yaptığım Almanya’da bir ayım geride kaldı. Çoğunlukla koşuşturma içinde geçen bir ay. İlk ayda hedefim yerleşmeyi tamamlayıp hayatımı düzene oturtmaktı. Taşındığınız yer yeni bir ülke olunca başınızı yaran çok sayıda umulmayan taş oluyor ama genel olarak oldukça olumlu bir ay geçti diyebilirim. Önce kendi hayatımdan başlayıp Almanya’da ilk ayımda nelerle karşılaştığımı anlatayım.

Yerleşme Süreci

Şirketimle yaptığım ilk sözleşmem 1,5 yıllık ve bu sürede vaktimi iki farklı çalışma ortamında dönüşümlü olarak geçireceğim. Eski makinelerin alınıp satıldığı ve tamir edildiği bir işyeri ve yeni makinelerin üretildiği fabrika. İkisi de 10 bin kişilik ufak kasabalarda yer alıyor. Her ne kadar Almanya’nın 10 bin kişilik kasabaları da belli bir seviyede gelişmiş olsa da bütün hayatını büyükşehirlerde geçirmiş birisi olarak bu kasabalarda uzun süreli yaşamam pek olası değil. Zaten iletişimini sadece İngilizceyle kuran yabancı için bu yerlerde yaşamak pek mantıklı da değil. Ufak kasabalarda genel olarak halk biraz daha yaşlı diyebiliriz ve aynı ülkemizdeki durum gibi Almanya’da da yaşlıların İngilizce bilme oranı gençlere göre çok çok düşük. Ve yine ülkemizdeki gibi daha küçük yerlerde yaşayan gençlerin İngilizce bilme oranı da büyük yerlere göre çok daha düşük. Bu iki etken birleşince küçük yerlerde İngilizce konuşarak yaşamak oldukça zor oluyor. Bu sebeplerden dolayı müdürümle yaptığımız fikir alışverişinde kalacağım yerin iki çalışma yerime de yaklaşık 15-20 km uzakta olan Rheine şehri olmasının en iyi tercih olduğuna karar verdik.

Rheine 75 bin kişilik nüfusuyla pek de büyük sayılmayacak bir şehir ama 75 bini pek de Türkiye şartlarıyla karşılaştırmamak gerekiyor. Şehirde genel olarak aranan çoğu şey bulunabiliyor. Media Markt gibi büyük mağazalar da var. Ve aslında en önemlisi Rheine hem tren hem de karayolu bağlantıları çok iyi olan bir konumda. Bu yüzden rahat ve hızlı bir şekilde otoban üzerinden işe gidebiliyor, evime 10 dakika yürüme mesafesindeki tren istasyonundan Münster’deki dil kursuma her 15 dakikada bir tren bulabiliyorum. Şimdilik evimi Rheine’de tutarak iyi bir tercih yapmışım gibi gözüküyor.

İlk bir ay içerisinde birçok evrak işiyle uğraştım. Almanya’da “var olmayan” birisi olarak sıfırdan bir hayat kuruyorsunuz, yapılacak çok iş oluyor haliyle. Sosyal güvenlik kaydı, telefon hattı, banka hesabı, ev tutmak, evin interneti elektriği, belediyeye kayıt, oturum iznine başvuru, dil okuluna kayıt, Türk konsolosluğundan adres beyanı… Şimdi sayınca gerçekten de bu ilk ayda birçok şeyle uğraştığımı fark ettim. Ama siz ne yapıyorum demeden hepsi olup bitiyor.

3 Dille Yaşam

İş arkadaşlarımla İngilizce, Türkiye’deki tanıdıklarımla ve müşterilerle Türkçe, İngilizce bilmeyen yabancılarla ve dil okulundayken de Almanca. Her gün 3 dili de kullanınca bazen kafa gerçekten de çorba olabiliyor. İngilizce ve Türkçe pek problem yaratmıyor. İkisine de yeterince hakim olunca doğal olarak pek sıkıntı yok ama ortaya bir de Almanca girince tam bir cümbüş oluyor. Kelimeleri İngilizce’den ve Türkçe’den Almanca’ya çevirmek, onları İngilizce cümle yapısına oturtup Almanca ile İngilizce cümle yapıları arasındaki farklara dikkat etmek falan derken baya uğraştırıyor. Almanca konuşmaya veya anlamaya çalışmak tıpkı düzgün şekilde sınıflandırılmamış bir evrak dolabında istenilen evrakı bulmaya çalışmaya benziyor.

Almanca İngilizceye yapı olarak benziyor ama artikeller, fiil çekimleri gibi çok daha fazla ezberlenmesi gereken şeyler var. İngilizce bildikten sonra öğrenmek çok zor değil ama kelime ezberlemeye vakit ayırmak gerekiyor. İlk ayın ardından ufak ufak cümle kurmaya başlayabildim. Kelimelerinizde, telaffuzunuzda hatalar olsa da karşıdakinin anadili olduğu için sizi rahatça anlayabiliyor ama sorun o sizi anladıktan sonra ortaya çıkıyor çünkü size verdiği cevabı çok büyük ihtimalle anlamıyorsunuz. O yüzden İngilizce bilebileceğini düşündüğüm herkesle konuşmaya başladığımda önce Almanca olarak “İngilizce biliyor musunuz?” diye soruyorum. Eğer bilmiyorsa ve benim de illa ona bir şey sormam gerekiyorsa Almancamın çok kötü olduğunu söyleyip yavaş bir şekilde sorumu soruyorum. Karşınızdaki anlaşmak için çaba gösterince bir şekilde anlaşılıyor.

Mantığın Yönettiği Ülke

Kendi hayatımdan bahsettim, biraz da ülke hakkında düşündüklerime değineyim. Almanya’ya gelen herkesin şüphesiz ilk dikkatini çeken şeylerin başında ülkedeki her şeyin düzenli olması gelir. Trafik düzenlidir, binalar düzenlidir, şirketler düzenlidir. Bunların hepsinin temelinde ülkeyi mantığın yönetmesi geliyor. Bir ülkede düzeni sağlayan en önemli unsurlar kurallardır. Bizim ülkemizde kurallar insanın hayatını zorlaştıran şeyler olarak görülürler ama aslında tam aksine hayatı kolaylaştıran şeylerdir. Eğer bir kural bir mantığa oturuyorsa ve herkes de o kurala uyuyorsa hayat oldukça kolaylaşıyor.

Mesela sigara içilmeyen tren istasyonlarını ele alalım. Bu istasyonlar her ne kadar açık havada yer alıyor olsalar da işaretlenmiş bölgelerinin haricinde kalan yerlerinde sigara içmek yasak. Bu kurala sigara içen adamın gözünden bakarsak evet kısıtlayıcı bir kural ama mantık çerçevesinde bakarsak: “O peronlarda insanlar trenlerini beklerken sabit bir şekilde duruyorlar ve yanlarında sigara içen birisi olursa o sigaranın dumanına sürekli olarak maruz kalırlar.” Duruma mantıklı olarak baktığımızda kuralın yerinde bir kural olduğunu görüyoruz ve bunu sigara içen adam da kabul ediyor. “Tamam, ben bugün sigara içmek için açık havada olmama rağmen işaretli yere yürüyüp sigaramı içmek zorundayım ama bu kural sayesinde yarın öbür gün ben bu peronda çocuğumla beklerken yanımda kimse sigara içmiyor olacak.”

Her kural ve herkes mantık çerçevesinde olunca gerçekten de hayat oldukça kolay oluyor. Almanya hakkında şu ana kadar açık ara en çok hoşuma giden şey bu. Kimse trafikte giderken yanlış bir şey yapmıyor, kimse yolda yürürken yere çöp atmıyor, kimse karşısındakinin de kendisi gibi insan olduğunu unutmuyor.

Yıllardır Aradığım Lezzetler ve Yıllardır Bulup Şimdi Kaybettiklerim

Yeni bir ülke, yeni bir kültür olunca yiyeceklerde çok büyük farklılıklar ortaya çıkıyor, bazen iyi bazen kötü. İyi olarak sayabileceğimiz en temel şey tabii ki içecekler. Alkollü ve alkolsüz içeceklerde oldukça geniş bir spektrum var. Ülkedeki değil sıradan bir marketteki her birayı denemeye kalksanız sanırım tamamlamanız bir ayınızı alır. Saymadım ama bir markette en az 30-40 çeşit bira vardır. Diğer içki türlerinde ve alkolsüz içeceklerde de durum aynı. Alkollü içeceklerin fiyatları alkolsüzlerle birbirine yakın diyebiliriz. Türkiye’de üretilip Almanya’ya ihraç edilen Efes biralar markette Türkiye’deki fiyatının yarısına tüketiciye sunuluyor. Hesabı siz yapın artık.

Benim ilk bir ayda hoşuma giden diğer güzel lezzetler de abur-cuburlar ve peynirler. Ülkede bizdeki gibi müthiş tatlılar olmayınca halk mecburen kendini abur cubura vermiş. Çeşit çeşit şekerlemeler, çikolatalar, bisküviler her yerde. Yıllardır aradığım lezzetler ama hala kilo veren birisi olunca bu lezzetleri bulduğuna insan pek de sevinemiyor açıkçası. Peynirler de oldukça çeşitli. Benim bulunduğum bölgenin Hollanda sınırına yakın olması da bunda önemli bir etken. Gerçekten çok lezzetli peynirler Türkiye’deki alelade bir peynirin fiyatına satılıyor ve en güzeli de sürekli deneyecek yeni peynirler oluyor. Arada bazıları hayal kırıklığı yaratıyor ama genel olarak oldukça güzeller.

Yıllardır bulup da kaybettiğim lezzetlerin en başında meyve ve sebzeler geliyor. Kaliteleri gerçekten çok düşük ve buna rağmen fiyatları yüksek. Bunun sebebi tabii ki yılda 250 gün yağmur yağan Almanya iklimi. Çoğu sebze seralarda yetiştiriliyor ve organik olmaktan uzak. Türkiye’de tezgaha konulmayacak kadar kötü sebzeler Türkiye’nin 2-3 misli fiyatına satılıyor. Meyvelerde kalite ithal meyveler sayesinde sebzelere göre biraz daha iyi ama yine de Türkiye şartlarının çok altında.

Bulamadığım bir diğer lezzet ise baharatlar, baharatlarımız. Evet, aslında marketlerde çok sayıda baharat var ama baharat dediğimiz şey ülke mutfağıyla ve damak tadıyla ilişkili olan bir şey. Mesela kırmızı biber var ama acı değil. Neyse ki geniş sos reyonlarıyla baharat ihtiyaçlarınızı biraz olsun kapatabiliyorsunuz.

Güven Duygusu

Karşılıklı güven meselesi Almanya’da beni en çok şaşırtan konu oldu. Belki benim daha küçük şehirlerde zamanımı geçiriyor olmam da bunda bir etken ama genel olarak ülkede birbirine karşı bir güven var. Bahsetmek istediğim akşam sokakta rahatça yürümek veya arabanın penceresini kapatmadan markete girmek gibi şeyler değil. (Ki bu pencere olayını 10 bin kişilik kasabada cidden yapıyorlar) Bahsetmek istediğim tanımadığınız birisine karşı olan karşılıklı güveniniz. Size başımdan geçen iki olayı anlatayım.

Kiralayacak ev bakarken bir evi gidip görmeye karar verdim. Ev sahibiyle randevulaşıp müdürümle birlikte evi görmeye gittik. Ev güzeldi, ihtiyaçlarımı karşılıyordu, tutmaya karar verdim. Maddi konuları konuştuk, her şey tamamdı ama şöyle bir sorun ortaya çıktı. Ev sahibi depozitoyu ve kirayı vergi mevzularından dolayı sadece banka yoluyla almak istiyordu, nakit kabul etmiyordu. Benim ise banka hesabı açmam için önce bir kalıcı adrese ihtiyacım vardı. Evi tutmak için banka hesabı, banka hesabı için ev adresi. Ev sahibine durumu anlattım, cevabı şuydu: “Sorun değil. Sen kalmaya başla, ne zaman banka hesabın açılırsa o zaman parayı gönderirsin.” Türkiye şartlarına göre düşününce saçmalıktı, hangi ev sahibi bir kuruş almadan ülkeye yeni gelmiş bir yabancıya evini verirdi. Tabii ki düzgün İngilizce konuşuyor olmam, müdürümün ve şirketimin Alman olması ev sahibine güven vermiştir ama yine de Türkiye şartlarına göre imkansız bir şeydi. Nitekim banka hesabım açılana kadar 2 hafta boyunca evde herhangi bir ödeme yapmadan kaldım.

İlk örnek gerçek kişiler arasında olan bir örnekti. İkincisi ise tüzel bir kişi ile benim aramda olan bir güven duygusu. Evdeki giysi dolaplarına ekstra raflara ihtiyacım vardı, dolaptaki tahta rafın aynısından birkaç tane daha kestirmeliydim. İstenilen ebatlarda tahta kesimi yaptığını bildiğim bir büyük yapı markete elimdeki örnek tahta rafı alıp gittim. Şansıma o departmana bakan çalışan da iyi İngilizce konuşuyordu. Ne istediğimi anlattım, ölçüleri aldı hesaplarını yaptı ve bana maliyeti çıkarttı. Yalnız işleri yoğun olduğu ve ben tahtanın kenarına şerit yapıştırmasını da istediğim için ancak 2-3 gün sonra teslim edebileceğini söyledi. Sorun olmadığını söyleyince telefon numaramı alıp siparişimi oluşturdu. Ödemeyi kasaya yapmam için bana fiş gibi bir şey verip vermeyeceğini sorunca “Sorun değil, ödemeyi teslim alırken yaparsınız.” dedi. Düşünebiliyor musunuz Bauhaus gibi bir yapı markete gidip özel ebatlarda kesilecek ve üzerinde işlemler yapılacak tahtalar için sipariş veriyorsunuz ve siz ödemeyi önden yapmadan o ürünleri hazırlıyorlar. Burada olan o görevlinin kendi inisiyatifinde yaptığı bir şey değil, firması ona o şekilde yapmasını söylediği için öyle yapıyor. Türkiye’de olsa o firmaya sipariş verip de sonra teslim almayan bir kişi çıkar, iki kişi çıkar sonra da firma bakar olacak gibi değil mecburen ödemeyi önden almaya başlar.

İlerisi Hakkında

Şu an için temel ihtiyaçlarımın çoğunu halletmiş, düzenli yaşama geçişimi büyük oranda sağlayabilmiş durumdayım. Bundan sonra işime ve dil öğrenmeye odaklanacağım. Bir süre sonra bizim sezon dediğimiz dönem başlayacak. Bu dönemde makineler tarlalarda çalışmaya başlayacaklar ve dolayısıyla arızalar da ortaya çıkacak. Yoğun bir dönem olacağı için dil kursuna bir ay sonra bir ara vereceğim ve sezondan sonra tekrar devam edeceğim. Neyse ki sezon dediğimiz dönem Almanya’da sadece 6-8 hafta sürüyor. Türkiye’de 4-5 ay çünkü Türkiye’nin bereketli topraklarından ve güneşinden dolayı Almanya’da yılda sadece bir ürün mısır yetiştirilebilirken Türkiye’nin hemen her yerinden yılda iki ürün alınabiliyor. Planım blog yazılarını 1, 3, 6, 12 ve 18. aylarda yazmak. Tembellik etmezsem 2 ay sonra görüşürüz.



login