Bu hissi iki yıl önce de yaşamıştım. 2013 yazında mezun olduktan hemen sonra çalışmaya başlamıştım. İş-güç yoğunluğu falan derken bir anda kafamı kaldırıp takvime bir bakmıştım ki çalışmaya başlayalı tam 6 ay olmuştu! İşte ne o çalışma hayatımın ilk 6 ayının ne de Almanya’da geçirdiğim bu ilk 4 ayımın nasıl geçtiğinin farkına vardım. Sürekli yeni bir şeylerle uğraşırken vakit hızlıca akıp geçti sürekli. O zaman lafı uzatmadan yine geçen yazıdaki gibi kendi hayatımdan başlayıp Almanya’da dikkatimi çeken şeyleri size anlatayım.
Son 3 Ayda Hayatımda Olanlar
En son beni bıraktığınızda Almanya’daki hayatımın temelini yeni atmış vaziyetteydim. Şu an ise artık düzenli bir yaşamım var diyebilirim. Evimi istediğim şekle getirdim, hayatım belirli bir akışa girdi ve ne zaman ne yapacağımı planlayabilir hale gelebildim. Peki bu düzenli hayata ne zamandır sahibim? İnanmayabilirsiniz ama sadece son üç haftadır.
Geçenki yazımda yılın bizim için “sezon” olarak adlandırılan kısmına geldiğimizi söylemiştim. Üzerinde çalıştığım makineler yılın sezon haricinde kalan kısmında hiçbir şey yapmadan beklerken sezon geldiği anda çok yüksek bir tempoyla çalışmaya başlıyorlar. Hiç durmadan çalıştıkları bir günde 300-400 dekar alan mısırı biçebiliyorlar. Bu da 50-60 tane futbol sahası eder ki oldukça geniş bir alan. Haliyle bu kadar kapasiteli makineler oldukları için yaptıkları işlerde dönen paralar da fazla oluyor. Ufacık bir arızadan bile olsa bu makinelerin çalışamaması yani piyasadaki tabirle “yatması” sahibine çok ciddi işler ve paralar kaybettiriyor. Bu yüzden de bir makine arızalanınca çok hızlı çözüm talep ediliyor doğal olarak. İşlerin hep bu kadar “acele” olmasının benim hayatıma yansıması da yeri gelince haftada 2 defa Türkiye’ye gelmek şeklinde oldu işte. Yedek parça yoksa veya bizim Almanya’dan verdiğimiz bilgilerle müşteri tamir ettirmeyi başaramıyorsa maalesef gidip makineyi yerinde görmek gerekiyor. Neyse daha da fazla detaya girmeye gerek yok, sonuç olarak son 2-3 ayım oldukça hareketli geçti. Bu yazının başlığının neden planladığım gibi “ilk 3 ayımın ardından” olmadığının sebebi de bu yoğun dönem işte. Neyse ki telefonum son üç haftadır arızalarla alakalı çalmayı bıraktı da ben de eski sakin, huzurlu hayatıma kavuştum.
Son 3 ayda iş hayatımın haricindeki yaşamımda halletmem gereken en büyük mesele kendime bir araba bulmaktı. Eminim hepiniz Almanya’da arabaların ne kadar ucuz olduğunu duymuş veya etrafınızdaki Almancılardan görmüşsünüzdür. Modeline, popülerliğine göre değişmekle birlikte Almanya’daki fiyatların ortalama bir ikinci el araba için Türkiye fiyatının yarısı olduğunu söyleyebiliriz. Hatta artık eski olarak nitelendirilebilecek 10 yaşını geçmiş arabalarda bu oran dörtte bire bile düşüyor olabilir. 500-1000 euroya hurda olmayan arabalar bulabiliyorsunuz ama bu arabaların size sürekli masraf çıkartacağı tabii ki kesin. O kadar ucuz olmalarının aslında farklı bir sebebi var. Ülkede tamir ve bakım işlerinin pahalı olmasından dolayı insanlar çok zorda kalmadıkça bu arabaları tamir ettirmiyorlar. Bu yüzden o kadar ucuza bir araba alacak kişinin büyük ihtimalle arabaya ödediği paranın birkaç mislini ilk yıl içerisinde tamir masrafı olarak harcaması gerekecektir. Neyse fırsat olursa Almanya’daki arabalar ve ikinci el arabaların nasıl bulunup alınabileceğiyle alakalı bir yazı yazabilirim belki.
Almanların Dillerine Olan Sevgileri ve Almancayla İlişki Durumum
“Almanların çoğu İngilizce bilir ama kasıtlı olarak konuşmazlar” efsanesinin belki vakti zamanında doğru olmuş olabileceğini ama artık günümüz için yalan olduğunu düşünüyorum. Dillerine ciddi bir bağlılıkları var –birazdan kendi hayatımdan örneklerle de bunu açıklayacağım– ama İngilizce’den nefret ederler diye bir şey söz konusu değil. Bilebildikleri seviyeye kadar konuşuyorlar çoğunlukla. Ama şöyle bir özel durum var ki anlayabiliyorum bunun sebebini de, eğer eğitimli birisiyle konuşuyorsanız ve o kişinin İngilizcesi kendini o konuda rahatça ifade edecek kadar iyi değilse bazen İngilizce konuşmak istemediğini ama mecburiyetten o anda konuştuğunu tavırlarından rahatça anlayabiliyorsunuz. Nedeni o kişinin Almanca’da oldukça düzgün bir konuşmaya sahipken çok iyi olmayan İngilizcesiyle konuşurken bunu başaramayıp, tabir yerindeyse ilkokul çocuğu seviyesinde konuşuyor olması. Ne yalan söyleyeyim ben de mevcut kötü Almancamla konuşurken kendimi hiç rahat hissetmiyorum, sadece zorunluluktan konuşuyorum.
Almanların dillerine olan sevgilerinden bahsediyorduk. Sanırım ülkelerinin her yerinde konuşulan dilin uzun vadede Almanca olmasını istiyorlar. Mesela şirketimde bütün yöneticilerin İngilizce konuşabilmesine, çoğu iş arkadaşımla İngilizce olarak rahatça anlaşabilmeme ve işimle alakalı neredeyse bütün dokümanların İngilizce olarak da hazırlanmış olmasına rağmen, şirketim günümün yarısını dil kursunda geçirmeme izin veriyor hatta bunu teşvik ediyor. Bunu uzun vadede ülkedeki etkin tek dilin sadece Almanca olmasını istemeleriyle açıklayabiliyorum sadece. Televizyondaki Amerikan dizilerinin tümünün ve sinemalardaki filmlerin neredeyse hepsinin Almanca dublajla yayınlanmasının sebebi de aynı sanırım.
Bu Almanca sevgileri yabancılara bazı durumlarda zorluklar da çıkartabiliyor tabii ki. Dil kursumda eşi Almanya’da çalışmaya başladığı için onun yanına taşınmak zorunda kalmış, kendi ülkesinde bir üniversitede araştırma görevlisi olarak çalışan Brezilyalı bir sınıf arkadaşım vardı. Almanya’ya mecburiyetten taşınmış ve her ne kadar akademik nitelikleri olsa da, İngilizcesi akademik açıdan yeterli seviyede olsa da çevredeki üniversitelerin hiçbirinden İngilizce doktora kabulü alamamıştı. Sebebi ise İngilizce tez yazmasını kabul eden üniversitelerde görüştüğü hiçbir hocanın İngilizce konuşarak bir doktora öğrencisine danışmalık yapmak istememesiydi. Sonuç olarak onun planı hocalarla iletişim kurabilecek kadar Almanca öğrenip tezini İngilizce yazmaktı.
Benim Almancam ise her geçen gün ilerliyor ama maalesef geçen yazıda bahsettiğim Münster’deki kursumu sezon başladığında bırakmak zorunda kaldım. O zaman aralığında en azından egzersiz olsun diye kendi şehrim Rheine’de haftada iki günlük bir akşam kursuna gittim. O kurstan çok fazla şey öğrendiğim söylenemez ama gün içerisinde iş arkadaşlarımla ve çevredeki insanlarla yaptığım ufak ufak konuşmalarımın da katkısıyla yavaş yavaş ilerledi. Artık dışarıdaki insanlara nadiren İngilizce biliyor musunuz diye soruyorum. Söylemek istediğimi bir şekilde Almanca ifade edebiliyorum. Normalde İngilizce anlaştığım arkadaşlarımla da artık arada Almanca karıştırarak konuşmaya başladım ama hala uzun diyalogları Almanca yapabilecek seviyede değilim. Geçen hafta bir Almanla yaptığım telefon görüşmemi tamamen Almanca konuşarak başarıyla bitirebildiğimde yaşadığım mutluluğu görmeniz lazımdı ama. Yine de tabii ki daha fazla eğitime ihtiyacım var.
Almanya’nın Milli Sporu: Geri Dönüşüm!
Bundan 3 yıl önce Almanya’ya kısa süreliğine uğradığımda etraftaki geri dönüşüm kutularının çeşitliliği dikkatimi çekmişti. Ama meğer onlar buzdağının sadece görünen kısmıymış. Şunu rahatça söyleyebilirim: Ülke insanı gerçekten çevreci. Çevrecilik ülkede aynı zamanda yıllardır süregelen bir devlet politikası halinde.
Yılda 250 gün kapalı, bulutlu havası olan bir iklimde evlerin çatılarını kaplayan güneş panellerini gördüğümde çok şaşırdım doğrusu. Üniversitede de yenilenebilir enerji kaynakları ve özellikle güneş enerjisi üzerine eğilip dersler aldığım konulardı. O yüzden yaklaşık olarak o güneş panellerinin başlangıç maliyetlerinin kaç yılda amorti edilebileceğini hesaplayabiliyordum: Almanya’daki gelir seviyeleri için bile fazla uzun yıllarda. Bu yüzden bir Alman arkadaşıma neden ve nasıl bu kadar çok evin çatısının güneş panelleriyle kaplı olduğunu sordum. Meğer Avrupa Birliği’nin son yıllarda yaşadığı ekonomik sıkıntılı döneme kadar Alman devleti bu güneş panellerinin kurulumunda çok ciddi hibeler veriyormuş. Bu sayede bu kadar çok güneş paneli kurulabilmiş. Ama devlet desteğine rağmen o panellere vatandaşların ödediği para yine de mevcut iklimde uzun yılları bulacak, orası ayrı.
Bu çevreci ülkede geri dönüşümün ne seviyede yapıldığına gelelim. Benim apartmanımda 4 çeşit çöp ayrımı var. (Neden çöp kutusu değil de çöp ayrımı dediğime birazdan geleceğim) Organik atıklar, kağıtlar, ambalaj malzemeleri ve diğer çöpler olarak dörde ayrılıyorlar. Ben evde organik hariç diğer üçüne ayırıyorum. Ambalaj malzemeleri denilen atıklar bir çöp kutusuna değil ücretsiz verilen özel büyük sarı çöp poşetlerine konularak ilgili yere bırakılıyor. Peki bu sarı çöp poşetleri nasıl temin ediliyor? İşte burası biraz meşakkatli. Önce belediye binasına gidiyorsunuz, size bir şirketin bilgilerini veriyorlar. Sonra o şirketi arayarak veya posta göndererek adres bilgilerinizi gönderiyorsunuz. Sonra o şirket size postayla ilgili kuponları gönderiyor. Siz de o kuponlarla belediye binasına gidip ücretsiz çöp poşetlerinizi alabiliyorsunuz. Sağolsun bir arkadaşım bu prosedür benim için fazla Almanca içerdiği için bizim şirketteki sarı çöp poşetlerinden bana yeterince verdi de bu kadar uğraşmam gerekmedi.
Peki bu 4 çöp çeşidiyle iş bitiyor mu? Hayır, bunların haricinde aslında çöp olmayan plastik, cam şişeler ve teneke kutular var. Ülkedeki neredeyse bütün içecek şişelerinde ve tenekelerinde belirli depozitolar var. Depozitonun miktarı, üretildiği malzemenin doğadaki çözünme süresinin uzunluğuna göre artıyor. Ufak bir su aldığınızda suya ödediğiniz paranın yarısı kadar depozitoyu plastik şişesi için ödemeniz gerekiyor. Depozitoların geri iadesi ise marketlerdeki otomatik tanımlamaya sahip makinelerle veya içecekten başka bir şey satmayan içecek marketlerinde toplu halde oluyor. Markete gittiğinizde boş şişeleri yanınızda götürüp o makineye sırasıyla atıyorsunuz, makine teker teker attığınız şişeyi analiz ediyor ve size toplam tutar kadar bir fiş veriyor. O fişi alışverişiniz sonunda kasaya verdiğinizde o tutar otomatik olarak düşüyor. Ya da direk kasaya giderek o tutarı nakit olarak da alabiliyorsunuz ama şimdiye kadar bunu sadece evsizlerin yaptığını gördüm. Özellikle büyük şehirlerde sayıları fazla olan evsizler bütün gün şehirde etrafta gezerek çöp kutularının içinden depozitolu şişeleri veya tenekeleri topluyorlar. Sonra markete gidip onların parasıyla genelde içki alarak günlerini geçiriyorlar.
Böylece geri dönüşümün sonuna mı geldik? Hayır, yine gelmedik! En sonda da depozitosu olmayan (kendine has şekle sahip içki şişeleri gibi) cam şişeler kaldı. Onları da ilk başta bahsettiğimiz buz dağının görünen yüzü olan etraftaki cam geri dönüşüm kutularına gidip renklerine göre atıyoruz.
Şehirde hangi gün hangi çöplerin toplanacağının bir takvimi var. Bu takvim bütün evlere dağıtılıyor. Benim apartmanımda bir görevli çöplerle ilgilendiği için benim bu konuda yaptığım bir şey yok ama müstakil evlerde kalanlar o çizelgeye göre çöplerini her gün dışarıya çıkartıyor. Mesela diyelim o gün ambalaj malzemeleri poşetlerinin ve kağıt atıklarının toplanma günüyse sabah kalkıp işe giderken bütün evlerin hizasından yola çıkartılmış sarı torbaları ve mavi kapaklı kağıt çöp kutularını görebiliyorsunuz. Bütün insanlar tam bir sinerji içerisinde sistemin çalışmasını sağlıyorlar.
Kuzeyin Avrupa’nın Uzun İnsanları
Henüz ben Almanya’ya gelmeden önce, bu yılın başlarında şu anda da birlikte çalıştığım bir Alman teknisyen arkadaş Thomas Türkiye’ye gelmişti. Bizim standartlarımızda iri yarı birisi. (Sonradan sorduğumda boyunun 1,88 olduğunu söylemişti.) Neyse konu bir ara boy meselesine gelmişti, ben “senin boyun da sonuçta baya uzun” gibi bir laf etmiştim. Biraz şaşırıp boyunun çok da uzun olmadığını, belki ortalamanın birazcık üzerinde olabileceğini söylemişti. İçimden “herhalde misafir ülkedeyim, biraz tevazu yapayım” diye geçiriyor demiştim çünkü adam neredeyse 1,90 ve çok da uzun sayılmam diyordu.
Sonra sevgili arkadaşlarım Almanya’ya geldim. Almanya’nın kuzeyine geldim. Dünyanın en uzun halkına sahip Hollanda’ya 20 km mesafeye, o uzun İskandinavya insanlarının da 250 km güneyine geldim ve gördüm ki Thomas haklıymış. Gerçekten de buradaki insanların arasında çok da uzun sayılmayıp ortalama civarındaymış. Almanya genelinde erkeklerde ortalama 1,78, kadınlarda 1,65 iken benim bulunduğum kuzey bölgesinde ortalamalar bunların 6-7 santimetre yukarısında.
Türkler ve Almanlar arasındaki boy farkı en çok farklı havayolu şirketleriyle uçtuğunuzda belli oluyor. Eğer Türk havayolu şirketiyse yolcular çoğunlukla Türk olup boy ortalaması daha düşük oluyor. Aynı şekilde de Alman havayolu şirketlerinde ortalamalar yüksek oluyor.
Ülke de biraz kendisini daha uzun insanlara göre adapte etmiş. Mutfaklarda, marketlerde yüksek raflar görebiliyorsunuz. Ayakkabı, kıyafet mağazalarında büyük numaralar, bedenler kolayca bulunabiliyor. Zaten ülke insanları genel olarak fit olsa da kilolusu baya aşırı kilolu oluyor. O kadar boya bir de aşırı kilo eklenince etrafta devasa ebatlarda insanların gezdiğini sıkça görüyorsunuz.
Tabii insanların uzun olmanın cefasını çektikleri durumlar da oluyor. Toplu taşıma araçlarında diz mesafeleri bizdekinden daha fazla olmasına rağmen etrafta çok sayıda iki büklüm olmuş, gördüğünüzde omurgasına acıdığınız insanlar olabiliyor. Sanırım “her şeyin fazlası zarar işte” diyerek hasetliğimizi bir nebze dindirebiliriz.
İlerisi Hakkında
İlerleyen aylarda iş tempomun düşmesi sayesinde Almanca’ya daha fazla vakit ayırabileceğim. Planım bu ay içerisinde Hannover’deki Agritechnica fuarına katıldıktan sonra Münster’deki kursuma tekrar başlamak. Almanca’yı kursta öğrendiğimde hem haliyle daha hızlı ilerleme katediyorum hem de dili düzgün ve doğru biçimde öğreniyorum. Yoksa normalde de Almanca hayatın içerisinde yavaş yavaş öğreniliyor ama aslında “sokak Almancası” denilen dil öğreniliyor. Her ne kadar günlük yaşam için sokak Almancası yeterli olsa da eğitimli birisi olarak benim için pek de bir seçenek değil.
Yakın gelecek için bir başka hedefim de çevredeki şehirleri ve ülkeleri daha fazla gezmek. Avrupa’nın yoğun yapısından dolayı herhangi bir yerinde 300-400 kilometrelik bir yarıçap çizdiğinizde karşınıza görülebilecek onlarca yer çıkıyor. Ben de etrafımdaki görülmeye değecek noktalardan gezebildiğim kadarını gezmek gayesindeyim. Bir sonraki yazımın ana teması neden gördüğüm yerler olmasın? Bir sonraki görüşmemize kadar!